TÜRK TOPLUM GENETİĞİ
Bu makale, bir süre önce yayınlanan "Türk müsünüz" isimli çalışmanın devamı niteliğinde olduğundan, konuya yabancı olan okuyucuların öncelikle ilk makaleyi incelemeleri tavsiye olunur. Baba tarafından (Y-DNA) Türkiye nüfusunun ne oranda Orta Asyalı olduğunu anlatan bu araştırmaya gösterilen yoğun ilgi nedeniyle, bütün sorulara detaylı cevap verebilmek için bir kitap yazma zorunluluğu doğdu.
Genom projesinin önemini kelimelerle ifade etmek çok zor. 20. yüzyıla damgasını vuran nükleer enerji ile kıyaslamak sanırım yanlış olmaz. 21. yüzyıl Genetik Asrı olursa hiç şaşırmamak gerekir. Yayınlanan makale, kitap ve diğer araştırmaların temel amacı genom projesine toplumun ilgisini çekmek ve 21. yüzyılı şekillendirecek olan bu önemli bilim dalında ülkemizin aktif rol almasına katkı sağlamaktır.
Ancak salt bilimsel açıklamalar geniş kitlelerin dikkatini çekmeye yetmiyor. Toplum genetiğinin siyasi sonuçlarına ilişkin yorumlar daha fazla ilgi uyandırdı. Özellikle Türkiye nüfusunun Orta Asya ile yaklaşık %10 akraba oluşu hemen her kesimin genetikle ilgilenmesini sağladı. DNA testlerinin insanlığın soyağacını belirlemede nasıl kullanıldığını öğrenme merakıyla bu çalışmaları takdir edenler olduğu gibi, nüfusumunuz çoğunluğunun Orta Asya orijinli olmayışından rahatsızlık duyanlar da oldu. Bunun sonucu olarak pek tabii komplo teorileri de kuruldu. Eğer bilim, resmi tarihi ve bazı siyasi görüşleri tehdit ediyorsa bu tür itirazların olması doğaldır. Küçük yaşlardan itibaren ezberletilen dogmatik inançların yanlış olduğu bilimsel yöntemlerle kanıtlansa bile insanların bu gerçeği bir anda kabullenmesi kolay değildir.
Aslında bugün Türkiye’de yaşayan nüfusun Orta Asya ile akrabalığının %10 olmasının hiçbir önemi yoktur. Halkımızın %90’ı Orta Asyalı olsa bu bizi yüceltmeyeceği gibi, Orta Asya ile akrabalık oranının az olması da bizi küçültmez. Toplumları yücelten unsur, medeniyetin temelini oluşturan ahlak değerlerine dayalı kalkınmadır. Dürüst, insana saygılı, her inanç ve etnik gruptan vatandaşına özgür yaşam imkanı sunan, bireysel ilişkilerde sevgi ve hoşgörüyü ilke edinen insanların yaşadığı bir toplumun yüksek yaşam standartlarına kavuşması kaçınılmazdır. Böyle bir toplumda yaşayan insanların atalarının nereden göç ederek geldiğinin fazla bir önemi de yoktur. Toplum genetiğinin yaptığı tek şey basit bir bilimsel merakı gidermekten ibarettir.
Yaşamında gurur duyacak herhangi bir başarı elde edemeyen bireylerin övünecek tek teselli kaynağı olarak ait oldukları ulusu görmeleri geri kalmış toplumlarda sıkça rastlanan bir durumdur. Gelişmiş ülkelerdeki ırkçılar da genelde hayatta başarısız olan kişilerdir. Çünkü insan doğası gereği benliğini yüceltme gayreti içindedir. Eğer insan egosu gerçek bir başarı ile takdir edilmemişse bunu bir şekilde telafi etmeye çalışır. Örneğin fanatik bir takım taraftarının beklentisi aslında takımının başarısı ile kendini değerli kılma çabasıdır. Bu dürtünün gücünü hafife alamayız. Bu konuda ciddi bir tatminsizlik yaşayan insan, benliğiyle özdeşleştirdiği takıma, ideolojiye veya partiye bir eleştiri geldiğinde bunu kendisinin küçük düşürülmesi olarak algılar ve saldırganlaşır. Bu yüzden primitif kişilikler katılmadıkları bir düşünce karşısında bilimsel bir açıklama yapacak entelektüel seviyeleri olmadığı için tepkilerini önce hakaretle ortaya koyarlar. Bu saldırganlığın cinayete kadar varabileceğinin pek çok örneğini maç ve siyaset kavgalarında sürekli görmekteyiz.
Eğer birisi, atalarının Afrika’dan yeryüzüne yayılırken izlediği rotayı öğrendikten sonra bir gurur veya üzüntü hissediyorsa o şahısta ciddi bir sorun var demektir. İnsanı üstün kılan tek meziyetin ahlak değerleri ve erdem olduğunu bilmeyenler, kızılacak veya övünülecek şeyleri birbirine karıştırırlar.
Bir insanın atalarının Orta Asya veya Afrika orijinli olması neyi değiştirir?! Eğer bu sizin için gerçekten bir önem arz ediyorsa, Orta Doğulu veya Afrikalı bir soydan geldiğiniz DNA testiyle ortaya konduğunda öfke duyacaksanız, test yaptırmamanız daha iyidir. Zaten bu kişiler genellikle test yaptıracak cesareti kendilerinde bulamadıklarından şiddetle tepki göstermekte, ideolojik baskı altında kaldıklarını farkına varmadan belli etmektedirler. Bu tepki doğaldır. Çünkü bütün hayatı boyunca, aile, eğitim kurumları ve medya tarafından şuur altına işlenen övünülecek yegane değerin tehlike altında olduğunu hissetmek insanı savunmaya iter. Böyle bir tehlike karşısında beynin üreteceği ilk tepki kendisine karşı bir komplo kurulduğu olacağından karşı saldırıya geçecektir.
İnsan beyni fiziksel bir saldırıya nasıl tepki veriyorsa, düşünce saldırısına da aynı tepkiyi verir, aynı hormonları salgılar. Yani beyin açısından çatışmanın fiziksel veya düşünce bazlı olmasının farkı yoktur. Bu nedenle, inanç ve ideoloji baskısı altında olanlar genom projesine ilişkin bir bilgiyi okurken en temel kavramları bile anlamakta zorlanmaktadırlar.
Bu verilerin kimsenin dini veya siyasi görüşünü etkilemek için değil, salt bilimsel amaçla açıklandığını unutmaması gerekir. Bilim değişkendir, burada okuyacaklarınız tartışılmaz mutlak doğrular değildir. Yeni veriler geldikçe kitaplar ve makaleler güncellenecektir.
Mitokondrial DNA
Bazı teknik bilgileri tekrar etmemek için, okuyucularımın Y-DNA (baba tarafından) soyağacına dair yazmış olduğum ilk makaleyi incelediklerini varsayarak devam ediyorum. Yine de konunun anlaşılması için bazı terimleri açıklamak zorundayız. Öncelikle mitokondrial DNA’nın sadece anneden çocuklarına aktarıldığını hatırlatmakta yarar var. Mitokondri, çekirdek dışında DNA’ya sahip olan tek organeldir. Asıl görevi enerji üretimi olsa da genetikçiler açısından bambaşka bir öneme sahiptir. Döllenme esnasında mitokondriler spermin kuyruk kısmında toplandığından sperm sitoplazmasında mitokondri bulunmaz. Dolaysıyla hepimiz mitokondrilerimizi annemizden alırız. İşte bu mt.DNA’da meydana gelen mutasyonlara göre haplogruplar belirlenerek anne tarafından soy ağacımız tespit edilmektedir.
Avrupa’da görülen mt.DNA haplogruplarının şemasını inceleyelim:
Bu şemada Afrikalı haplogruplar L1, L2, L3 gösterilmemiştir. Avrupalı milletler, L3’ten ayrılan N haplogrubu ile başlamaktadır. İlk kadının (Eve-Havva) yaklaşık 200 bin yıl önce Doğu Afrika’da, bugünkü Etiyopya-Kenya civarında yaşadığı tahmin ediliyor. Ancak yakın zaman önce homo sapiens tarihinin 300 bin yıl öncesine, hatta daha eskiye dayandığını ortaya koyan araştırmalar da oldu. Toplum genetiğinin henüz çok yeni bir bilim dalı olduğunu, verilerin sürekli güncellendiğini her fırsatta hatırlatıyorum. Yazılarımda da bilim camiasının üzerinde mutabakat sağladığı sonuçları aktarmaya gayret ediyorum.
İlk kadına mitokondrial Havva adı verilmesi semboliktir. Kutsal kitaplarda sözü edilen Adem ve Havva ile toplum genetiğinde haplogrupların atası kabul edilen kişiler elbette aynı insanlar değildir. Haplogrup terimi, toplum genetiğinde Y-DNA ve mt.DNA üzerinde meydana gelen değişimler için kullanılır. İlk kadınının mitokondrial DNA’sı baz alınarak yapılan yukarıdaki şemada görüldüğü gibi, binlerce yıl sonra meydana gelen her mutasyon ile yeni bir haplogrup oluşmaktadır. Eğer birisi ile aynı haplogruptan iseniz o kişiyle şemada gösterilen tarihte ortak bir büyük anneniz var demektir.
Bu aşamada haplogrup kavramını doğru anlamamız gerekiyor. Ancak bir kitapta anlatabilecek geniş konuları birkaç paragrafa sıkıştırmak hiç kolay olmasa da bir örnekle açıklayayım; Bundan 70 bin yıl önce Afrika’da yaşayan ilk insanları ağacın gövdesi gibi düşünürsek, haplogruplar bu ağacın dalları, haplotipler ise yaprakları gibidir.
Örneğin, Y-DNA testi sonucunuz Q çıktı. Bu ne anlama gelir? Eğer bir başka Q grubundan insanla karşılaşırsanız akrabanızı bulmuş gibi sevinebilirsiniz. Çok yakın olmasa da (22 bin yıl öncesinde) ortak bir atanız olduğu kuvvetle muhtemeldir. Ve bu büyük babanızın Ural-Altay Dağları arasında bir bölgede yaşadığı da kesindir. Eğer Q’nun alt grubu (sub-haplogrup) olan Q1a’dan iseniz daha yakın bir tarihte ortak atanız var demektir.
Bu şekilde, en alttaki haplogruba (yani ağacın en ince dalına) varıncaya kadar DNA analizinizi derinleştirebilirsiniz. Belki de pek yakında “Hangi haplo-gruptansınız?” sorusunu duymaya şimdiden alışmalıyız. Nasıl ki şu an herkes kan grubunu biliyor ve bu bize çok doğal geliyorsa, belki de yakın gelecekte pek çok kişi haplogrubunu bilecektir.
Proto-Türkler
Eğer Y-DNA test sonucunuz Q ise, büyük olasılıkla baba tarafından ön-Türklerle aynı soydansınız demiştik. 20 bin yıldan fazla bir süre Ural-Altay bölgesinde yaşayan bu grup Türklerin atalarından olsa da her Q haplogrubu Türk’tür diyemeyiz. Bir ulus adıyla haplogrubu özdeşleştirmek toplum genetiği adına yapılabilecek en büyük yanlıştır, affedilmez bir hatadır. Doğru tanım şöyle olmalıdır: Proto-Türklerin ana yurdu olan Sibirya’da en çok rastlanan grup Q’dur. Ural dağlarından Sakha (Yakut) halkının yaşadığı bölgeye kadar bütün doğu Sibirya’nın yerlisi olan bu grubun insanları bugün hala Altay dillerini konuşmaktadırlar. Batıda ise N haplogrubu hakimdir. Finlandiya’ya kadar olan Kuzey Doğu Avrupa coğrafyasında yaşayan N grubu insanları da bugün hala Türkçe ile uzaktan akraba olan Ural dillerini konuşmaktadırlar.
Bu haplogrupların doğum tarihlerini tekrar hatırlayalım, 20-30 bin yıl öncesinden söz ediyoruz. Ulus kavramı ise dile bağlı olarak sadece birkaç bin yıl önce oluştu. Paleolitik dönem dediğimiz buzul çağı bambaşkaydı. 12 bin yıl öncesinde, buzul çağı sona ererken, pek çoğumuzu hayal kırıklığına uğratacak kadar basit bir yaşam vardı. Biyolojik atalarımız 15-20 kişilik küçük gruplar halinde avlanırlardı. Henüz tarım yoktu, hayvanlar evcilleştirilmemişti, bu yüzden yerleşik bir köy hayatı mümkün değildi. O dönemin insanları mağara ve sığınaklarda yaşar, ucu sivriltilmiş kemik ve ağaçlarla hayvan avlar, yabani meyvelerle beslenirlerdi. Paleolitik çağın yaşam kuralları son derece basitti:
1. Av hayvanını takip et
2. Su kaynaklarına yakın ol
Atalarımızın yüzbinlerce yılda yapabildikleri tek şey kemik ve ağaçları sivriltip, belki ateş yakmaktan ibaretti. Masa sandalye gibi basit araçları bile yapamadılar. Ne dil konuştukları ise tam bir muammadır. Mağara duvarları ve kayalar üzerine çizilen bazı şekiller dışında düşünce ürünü herhangi bir eser yoktur.
Yeryüzü 11-12 bin yıl önce değişmeye başladı. Buzul çağı sona erince bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu arada parantez içinde söyleyelim, günümüzde buzul çağı hala sona ermeye devam etmektedir. Küresel ısınmanın nedenini sanayi ve insan faktörüne bağlayanlar varsa da, asıl sebep buzul çağının bitmesiyle başlayan ısınma dönemine girmiş bulunmamızdır.
Neolitik çağın başlamasıyla birlikte yeryüzünde ilginç gelişmeler olduğunu görüyoruz. Bunların ilki 11 bin yıl önce Urfa Göbeklitepe’de yapılan tapınaktır. Bu, insan eliyle yeryüzünde yapılan ilk inşaattır. Yukarıda değindiğimiz gibi, on binlerce yıl boyunca hiçbir şey icat edemeyen homo sapiens birden bire hızlı bir değişim sürecine girdi.
Her ne olduysa bundan yaklaşık 7-8 bin yıl önce oldu. Buzul çağının etkileri azaldı, deniz seviyesi 100-120 metre yükseldi, İstanbul Boğazı yaklaşık 6.000 yıl önce oluştu. Karadeniz daha önce tatlı su gölüydü, Marmara denizinin suyu boğazdan taşarak Karadeniz’e dökülünce bugün bildiğimiz halini aldı. İsterseniz siz buna Nuh tufanı deyin veya bir başka şekilde yorumlayın. Kesin olan bir şey varsa, o da tam bu dönemde insanların yerleşik hayata geçtikleri ve tarımı öğrendikleridir. İlk köy ve toplum hayatı böyle başladı. Artık insanlar buzul çağındaki gibi sürekli yer değiştiren dağınık ve birbirinden kopuk gruplar halinde değildi, birlikte yaşıyorlardı. Gelecek yılın hasatı için plan yapıyor, ekiyor, biçiyor ve iletişim halinde oluyorlardı. Yakın köylerle bir şekilde anlaşmak zorundaydılar çünkü ticaret yapmaları gerekiyordu. İşte bugün konuşulan diller o tarihlerde oluşmaya başladı.
Artık bundan sonrasını anlamak çok daha kolay. İlk defa metal araçları yapan toplumlar diğerlerine karşı önemli bir üstünlük elde ettiler. Bilinen en eski kılıç günümüzden 6.000 bin yıl öncesine, Maykop kültürüne aittir. Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Adıge özerk cumhuriyetinin başkenti olan Maykop civarında yaşayan bu toplumun ilk madeni silahları yaptığını ve atları evcilleştirdiğini biliyoruz.
Artık devlet diyebileceğimiz çapta oluşumların gerçekleşmesi için gerekli alt yapı hazırdı. At üzerinde onlarca kilometrelerce uzağa gidebilen ve ellerindeki güçlü silahlarla düşmanlarına üstünlük kurabilen bu toplumlar hakimiyet alanlarını genişlettiler. Oysa eskiden insanlar yaya olarak en fazla birkaç bin metre öteye gidebilirdi. Üstelik ellerindeki sopa ve kemik aletlerle karşılaştıkları köylerdeki rakiplerini hakimiyet altına almaları da mümkün değildi. Dolaysıyla devlet kurulması teknik yetersizlik nedeniyle imkansızdı. Bu yüzden o dönemin yaşam düzenine devlet değil “kültür” adını veriyoruz. Maykap kültürü, Andronova Kültürü gibi.
At arabası ve demir silah insanlık tarihinin dönüm noktası oldu. Bunlara sahip olan toplumların bir bölümü Kafkas dağlarını aşarak güneye indi, Anadolu ve Mezopotomya’da ilk devletler böyle kuruldu. Sümer dilinin İbero-Kafkas dil grubuna olan yakınlığı dikkate alınırsa binlerce yıl Orta Doğu’da hüküm süren bu insanların orijini daha iyi anlaşılır. Sümer devleti Semitik halklar tarafından ortadan kaldırıldığında artık at ve silah üstünlüğü kimsenin tekelinde değildi. Pontik steplerinden Batı Avrupa’ya, Ural dağlarından doğuya ve Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada insanlar demir silahlar üretebiliyor, at arabalarını kullanıyorlardı. Artık dillerin oluşması için zemin hazırdı. Elindeki olanakları en iyi kullanan liderler konuştukları dili hakimiyet altına aldıkları toplumlara öğretiyor ve sınırlarını genişletiyorlardı.
Sümerlerin orijini hep tartışma konusu olmuştur. Yeryüzünde bilinen ilk medeniyeti kurdukları için paylaşılamayan bu halkı sahiplenmek isteyen çoktur. Ortada kesin bir kanıt bulunmadığı için bilim dünyasında tartışmalar halen devam etmektedir. Gerçek olan şu ki konuştukları dil Hint-Avrupa grubundan değildir. Mezopotomya’da yaşamalarına rağmen Semitik olmadıklarını da biliyoruz. Dil yapısı eklemeli (agglutinative) olması yönüyle Ural-Altay ve Ibero-Kafkas dil aileleriyle benzerlik göstermektedir. Ancak Ergatif yapısı da dikkate alındığında en güçlü ihtimal Ibero-Kafkas olarak görünmektedir. Yeryüzünde sadece Basklar ve Kuzey Kafkasya’nın otokton halkları tarafından konuşulan bu dilin, ilk defa kılıcı yapan ve atı evcilleştiren Maykop kültürünün insanları tarafından Mezopotomya’ya taşınmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Ön Türk Y-DNA Haplogrupları
5-6 bin yıl önce ilk kültürler oluşurken, haplogruplar (anne ve baba tarafından) yeryüzüne çoktan dağılmış ve pek çoğu da karışmıştı. Toplumlar çoğunlukla birkaç haplogruptan oluşmaktaydı. Bazı haplogruplar ise (Q gibi) çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. 12 bin yıl önce buzul çağında Bering boğazı yoktu. Yani Alaska ve Rusya birbirine bağlıydı ve yürüyerek geçmek mümkündü. İşte o çağlarda (büyük ihtimalle bir geyik sürüsünü takip eden) bazı insanlar Amerika kıtasına geçtiler ve Kanada üzerinden daha güneye yayıldılar. Q grubu insanlarının torunları Güney Amerika’ya kadar giderken bir bölümü Sibirya’da kalmıştı. Buzul çağı sona erince deniz seviyesi 100 metre yükseldi ve Bering boğazı oluştu, geri dönüş yolu kapandı.
Bütün bu bilgiden sonra şimdi tekrar soralım, Q Türk müdür, Amerikan yerlisi midir? Sanıyorum devlet-millet kavramlarının nasıl oluşmaya başladığını anladıktan sonra bu sorunun ne kadar saçma olduğunun farkına varmışsınızdır. Haplogrup asla bir ulus adıyla eşleştirilemez. Çünkü ortada millet kavramı yokken haplogruplar vardı. Yani Q 22 bin yıl önce doğmuş bir insanın adıdır ve proto-Türkler ile birlikte pek çok ulusun da atasıdır.
Sibirya’da Ural-Altay lehçelerini konuşan insanlar devlet kurarken bu toplumlarda hem Q hem de N grupları zaten karışmıştı. Ki bu gruplar oldukça uzak akrabadır. 36 bin yıl öncesinde ortak bir ataları vardır. Bir diğer uzak a kraba ise (Y-DNA) C haplogrubudur. Bugün hala Altay lehçelerini konuşmakta olan C3 en çok Moğollorda ve Tunguzlarda görülür. Yani, Ural-Altay dillerini konuşan birbirine uzak akraba dört haplogrup var: C3, N, R1a ve Q. Bunların hangisi proto-Türk dilini ilk konuşandır bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey varsa, o da bu grupların Orta Asya’yı hakimiyet altına aldıkları zaman R1b, R1a ve kısmen O (Çin) gruplarına Türkçeyi öğreterek asimile ettikleridir. Dolaysıyla Hun ve Göktürk devletleri kurulduğunda bütün bu haplogruplar zaten karışmıştı ve hepsi Altay dil ailesine ait lehçeleri konuşuyordu.
Aslında bu durum sadece proto-Türkler değil, hemen her millet için geçerlidir. Bugün yeryüzünde sadece bir haplogruptan oluşan belki de tek millet Bask’lardır. Bask dili ve ulusu oluşmadan 20 bin yıl önce R1b doğmuştu ve bu insanın torunları Kuzey Hindistan’dan Orta Asya’ya, oradan Kuzey Kafkasya ve Anadolu’ya kadar çok geniş bir coğrafyada yaşamaktaydı. Bunların yalnızca küçük bir bölümü, Kuzey Kafkasya’da yaşamış olan bir toplum Bask halkının atalarıdır.
Basklar bugün hala filologlar ve genetikçiler için bilmecedir. Konuştukları dil İbero-Kafkas dil grubundandır. Yani Adıge (Çerkes) ve Vaynakh (Çeçen, İnguş...) dilleri ile akrabadır. Bu da Baskların Kafkasya’dan İspanya’ya gitmiş olduklarını düşündürmektedir. Diğer yandan İspanya ve Portekiz’i içine alan İber yarımadasının ismi de Kafkas orijinlidir. Eski çağlarda Kafkasya coğrafyasına İberia dendiğini biliyoruz. Yukarıda sözünü etmiş olduğumuz Maykop kültürü ile olan yakınlığını dikkate alırsak Basklar ve akraba Kuzey Kafkas halklarının Sümer medeniyeti ile ilişkisi ve daha sonra Anadolu üzerinden Batı Avrupa’ya göçleri anlam kazanmaktadır.
Benzer şekilde, Altay bölgesinde yaşayan milletlerde baskın olan grup Q’dur. Amerikan Yerlileri ve ön-Türk dili konuşan kavimlerin pek çoğu aynı soydan gelmektedir, veya genetik akrabadırlar diyebiliriz, bunda bir mahsur yok. Ama Amerikan yerlileri Türk’tür, Q veya R1b Türk’tür gibi bir şey asla söylenemez. Bazıları daha da ileri gidip Orta Asya = Türk mantığı ile yola çıkarak, İngiliz, Fransız, Bask, İrlandalı herkesi Türk olduğunu unutmuş soydaşlar olarak görüyorlar. Bu tıpkı bir Etiyopyalının çıkıp "siz Türklerin ataları bu topraklardan göç etti, gerçek kimliğinizi unuttunuz" gibi şeyler söylemesine benzer. Böyle komik bir iddiaya ancak gülüp geçilir. Demek ki genetik orijini Orta Asya olan herkesi Türk yapmaya kalkarsak, Etiyopyalı bir milliyetçi de aynı mantıkla bizim Oromo kabilesinden olduğumuzu, atalarımızın dili olan Bantu yerine, asimile olup başka diller konuştuğumuzu iddia edebilir.
Orta Asyalı olmakla Türk olmayı aynı şey zannedenlerin bir diğer yanlışı da proto-Türklerin asıl yurdunun Sibirya olduğunu gözden kaçırmalarıdır. Ural-Altay dağlarını kapsayan bu bölgedeki insanlar M.Ö 7. Yüzyıldan itibaren güneye, yani Orta Asya’ya inmeye başladılar. Hunlar ve Hunların Aşina boyu (Göktürkler) bölgeyi ele geçirene kadar Orta Asya’da Suğd (ing. Sogdian) halkı yaşıyordu. Bu milletin dili Hint-Avrupa dil grubundandı. Nitekim bunu en doğru tespit eden Kaşgarlı Mahmut olmuştur. Bu halkın ana dillerini zaman içinde unutarak Türkler tarafından asimile edildiğini söyledikten bin yıl sonra genom projesi kendisini doğrulamaktadır.
Diğer bir konu, Orta Asyalı R1b ile Roma imparatorluğu döneminden kalan Anadolu’nun yerli R1b alt gruplarıdır. Yani Selçuklular Anadolu’ya gelmeden önce bu coğrafyada zaten R1b grubundan insanlar yaşıyordu ve bunlar bölgenin dominant halkıydılar. Romalı veya Anadolu'nun yerlisi olarak adlandırabileceğimiz bu insanların torunları olan günümüzdeki Türkiyeli R1b insanlarının alt grubu (M335) R1b1b iken Orta ve Güney Asyalıların alt grupları ise (M73) R1b1a1 ve (M269) R1b-L23, eski kodla R1b1a2’dir. Benzer durum R1a için de geçerlidir. Doğu Avrupa'dan Orta Asya ve Sibirya'ya göç eden daha çok Z93 ve Z94 alt grupları iken, Anadolu'nun yerlisi R1a ise Ermeni R1a'ya daha yakın akrabadır. Orta Asyalı alt grupların Türkiye’deki oranı %0.8 olarak tespit edilmiştir. Benzer durum Orta Asyalı ve Türkiyeli J grupları içinde geçerlidir.
Haplogrup-Fenotip İlişkisi
Haplogruplarla ilgili en çok sorulan sorulardan biri de fiziksel görünüşleridir. Birbiriyle akraba olan insanların dış görünüşleri doğal olarak benzerdir. Ancak dikkat edilmesi gereken bir husus var, aynı haplogruptan olanlar aynı dış görünüşe sahip olmak zorunda değildir. Örneğin anne tarafından L1 ve L2 haplogruplarına ait olan birisinin Afrikalı zenci olduğunu tahmin edebiliriz. Ama bu kesin bir yargı değildir. Deri, göz ve saç rengini belirleyen otozomal genlerdir. Y-Kromozomu veya mt.DNA grubuna bakarak dış görünüş hakkında kesin bir şey söyleyemeyiz. Sadece tahminde bulunabiliriz. L2 grubundan olan birinin siyahi olma ihtimal çok yüksektir, ama bu kişi hiç umulmadık bir şekilde karşımıza albino olarak da çıkabilir.
Aynı haplogruptan olan insanların fiziksel görünüşlerindeki farklılığın temel nedenleri iklim, coğrafya ve eski çağlardaki cariyelik sistemidir. Savaşlarda esir alınan kadınlar çok eşliliğin yaşandığı dönemlerde bir erkeğin neslinin pek çok kadından devam etmesine neden olmuştur. Bu yüzden baba tarafından aynı haplogruba ait insanların bazen çok farklı dış görünüşü olabilmektedir. Haplogrupları araştırırken bulundukları coğrafyayı dikkate alarak fenotiplerini yorumlamalıyız. Doğu Avrupa’da yaşayan bir R1a büyük olasılıkla sarışın veya kumralken, Kırgızistan’da çekik gözlü, Hindistan’da ise oldukça esmerdir. Afganistan’daki Hazara halkının R1a bağlantısı dış görünüşten kolayca tespit edilebilirken başka bir toplumda hiç ayırt edilemeyecek kadar otozomal DNA’lar karışmış olabilir.
Havva’nın Yedi Kızı
Şimdi biraz da mt.DNA’dan bahsedelim. Reklam gibi olacak, ama olsun, dünyada bu alanda yayınlanmış belki de ilk eser olan Havva’nın Yedi Kızı kitabını okumanızı tavsiye ediyorum. Mt.DNA üzerine ilk araştırmaları yaparak bugün sahip olduğumuz genealojik soyağacının temelini azırlayan Bryan Sykes, Avrupa’da görülen 7 ana haplogrubun baş harflerinden yola çıkarak isimlendirmiştir:
U (Ursula) - %11
X (Xenia) - %6
H (Helena) - %47
V (Velda) - %5
T (Tara) - %9
K (Katrine) - %6
J (Jasmine) - %19
Haritada, Afrika’da yaşayan ilk kadın (mitokondrial Havva) ve ondan ayrılan haplogrupların yeryüzüne dağılış rotası görülmektedir. Anne tarafından soyağacını gösteren bu haplogrupların, baba tarafından Y-DNA haplogruplarla karşılaştırılarak etnik analizinin yapılması oldukça kapsamlı bir konudur. Şimdilik sadece Türkiye’de görülen mt.DNA haplogruplarının oranlarını vererek, bu sonuçların nüfusumuzun Orta Asya orijinine dair Y-DNA analizinden elde ettiğimiz sonuçlarla uyumlu olduğunu belirtmekle yetineceğiz.
Ayrıca, aşağıdaki tabloyu inceleyerek Avrupalı milletlerle (anne tarafından) ne oranda akraba olduğumuzu görebilirsiniz. Türkiye nüfusu üzerine yapılan mt.DNA araştırmaları henüz yeterli düzeyde olmasa da bu istatistikler genel bir fikir edinmemize yardımcı olmaktadır.
Murat Mirza